TKP
 
Yeniden Merhaba
Yayın İlkelerimiz
Yazılar - Arşiv
 
İşçinin Sesi Yayınları
Kitaplar
İşçinin Sesi
Çek-Al
Kavga - Kervan
Kaynak
İşçi Yaşamı
İşçinin Gezetesi
Binçiçek
cddrt
dtd
Isha Bulletin

Soviet News
 
 
 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAPİTALİZMDE “ÖTEKİ”; KOMÜNİZMDE KADIN!

I Anaerkil Toplum Düzeni

  • Maddi Hayatın Üretimi: Toplumsal Yaşamın Ebedi Yasası

Toplumsal yaşamı, maddi hayatın yeniden üretimi koşullar. Zorunlu yaşamsal gereksinimlerin karşılanması, her zaman artan oranda ve artan miktarda maddi üretime bağlı olup, bu zorlayıcı etki, toplumsal yaşamın deviniminin değişmez yasasını oluşturur. Aynı zamanda bu zorunluluk, öznel değil, insanların istenç ve iradesinden bağımsız nesnel bir etmendir.
İnsanların hem nicel hem de nitel gelişim seyri, maddi gereksinimlerinin hem nitelik olarak çeşitlenmesine, hem de nicelik olarak artmasına yol açar.
Maddi yaşamın ve insan soyunun üretimi arasındaki bu bağımlılık ilişkisi, üretici güçlerin ortaya çıkmasını, öncelikle de emek nesnelerine ve araçlarına sahip olmayı gerektirir. Üretici güçler, toplum tarafından yaratılan üretim araçları ve bu araçları kullanan ve maddi üretimi gerçekleştiren insanların toplamıdır.
-Temel belirleyici etmen olarak- ekonomik tarihine değinmeden, toplumun bugününü açıklamak ve kadın cinsinin trajedisini anlamak olanaksızdır.
İlkel komünal toplumlarda, insanla doğa arasındaki dolaysız ilişkide, üretim araçlarının ortaklaşa kullanımı ve en etkin ve ilk üretim aracı olarak “insan eli”nin kullanılması yaşamı şekillendirmiştir. Taşları yontarak ya da odundan aletler yaparak (bel, sopa gibi); yontmayı, biçmeyi, kesmeyi, vurmayı ve toprağı kazmayı öğrenen insanlar, üretim sırasında ritmik hareketler yapabilme yeteneği de kazandılar. Yeni iş aletlerinin ortaya çıkışıyla insanlığın yaşam tarzı da tümüyle değişti.
İlkel topluluklarda insanlar, oldukça ilkel silahlarıyla, hayvan saldırılarına karşı, toplu halde bulunmak, davranmak zorundaydı. Avcılık ve toplayıcılık dönemi olarak tanımlanabilecek bu ilkel toplumsal yaşamda, kadın-erkek bütün üyeler, çabalarını biraraya getirdikleri ölçüde başarılı olabiliyor ve ancak öyle geçim araçlarını üretebiliyordu. Ortak yaşam tarzı geliştikçe, ortaklaşa üretim de gelişiyor; gelecek kuşaklara aktarımı kolaylaşıyordu.

  • Doğal İşbölümü

Ortaklaşa mülkiyette, daha güçlü ve dayanıklı olan erkekler, kendilerini tümüyle “av”a vermeye, kadınlar ise; sağlanan besinlerin toplanması, evin ve çocukların bakımı işine ayrıldılar. Böylelikle, ilk doğal işbölümü gerçekleşmiş; emek üretkenliği, bu iki farklı yönde gelişen uzmanlaşma sayesinde artmıştır. Doğal işbölümünün ortaya çıkardığı ilk önemli sonuç; kadının geçim araçlarının üretimindeki etkin rolü, bir diğeri ise; kadın egemenliğindeki toplumsal örgütlenmenin ilk biçimi olarak gens’in doğuşudur.
Kan bağının baskın olduğu gens düzeninde, zamanla kabile(aşiret) topluluklarına dönüşüp, gens içindeki dil ve yaşayış ortaklığı belirmeye başladıkça, kadın-erkek arasındaki düzensiz cinsel ilişkilerin temsili olan endogami (grup içi evlilik) yerini, exogami (grup dışı) evliliklerine bırakmış, gens içinde endogami tümüyle yasaklanmıştır. Akraba evliliklerinin yasaklanması anlamına gelen bu uygulama gereklilik halini alırken, grup evlilikleri halen devam edilebiliyordu. Gens içinde kadın ve erkek etkin olarak var olduğu için, her ikisi de özgürdü. Kadın ve erkek arasındaki ilişkide hiçbir sınırlama yoktu.
Cinsler arasındaki ilişki, henüz mülkiyet ve sahiplenme olmadığı için sadece sevgi ve beğeniye dayanıyor, çocuklar anne-babanın değil, gensin birer üyesi olarak görülüyor, soy zinciri anne üzerinden yürüyordu. Bu işleyiş, üretimin gereklerine de uygun düşüyor, gensin kendisi aile haline geliyordu.
Bu tarihsel aşama, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetine dayanır. Toplumsal mülkiyete uygun olarak, elde edilen bütün ürünler, üyeler arasında eşit biçimde –ki elde edilen ürünler ancak yaşamsal gereksinimleri karşılayacak düzeydeydi-paylaşılıyordu. Üretime eşit statüyle katılan toplum üyeleri, gerekli aletlerin ve emek ürünlerinin ortak sahibiydiler. Hem toplumsal koşullar açısından hem de servet bakımından eşitsizliğin olmadığı bu işleyiş, sınıfların oluşmasını da engelliyordu. İlkel topluluklar, insanın insan tarafından sömürüsünün olmadığı bir tarihsel evrede varlıklarını sürdürdüler.
Üretici güçlerdeki tedrici gelişme, cinsiyete dayalı doğal işbölümü altında binlerce yılla anılacak özgün bir evreye, uzun bir tarihsel döneme karşılık gelir. Artık, yaşamsal gereksinimleri karşılayacak üretim, kabilelerin bir bölümü tarafından herkese yetecek düzeyde karşılanabiliyor, diğer bölüm ise, daha yararlı faaliyetleri gerçekleştirebilmeleri amacıylaserbest kalıyordu. Erkekler yalnızca “av” işiyle uğraşırken, kadınlar, giysiler, ev işleri, yenilebilir bitkilerin bulunması, ekip-biçmek, yiyecek hazırlamak gibi görevleri üstleniyordu. Kadınların ev içi faaliyetleri, belirli ve düzenli bir geçim kaynağı sunarken, erkeklerin yürüttüğü avlanma işleri tesadüflere bağlı kalıyor; düzenli bir beslenmeyi güvence altına almıyordu. Bu durum, kadının ekonomik yaşamda daha etkin rol almasına neden oluyordu. Yürürlükte olan ve yalnızca çocuğun anasının kesinlikle bilinmesini sağlayan grup evliliği, kadının topluluk içindeki rolünü daha da arttırıyor, kadın gensin reisi sayılıyordu.
Üretim aletlerinin ve emek ürünlerinin toplumsal mülkiyetinin geçerli olduğu ilkel komünal düzen, hiçbir baskı ve sömürüye dayalı olmayan kadın egemenliği nedeniyle anaerkil toplumsal düzen olarak da adlandırılır.
Ailenin tarihi üzerine ilk bilimsel araştırma, Bachofen’in Analık Hukuku’dur ve Hetairizm kavramları üzerine oturur. Soy zincirinin kadın tarafından tanınması ve zamanla ortaya çıkan miras ilişkilerini de açıklayan bu hukukta kadının özgür ve üstün konumundan söz edilir. Hetairizm; erkekle kadının toplumsal konumlanışlarını, tarihsel değişimin ve insanların gerçek yaşam koşullarındaki gelişmenin değil, aynı insanların beyinlerindeki dinsel yansımaların bir ürünü olarak tanımlar. Hetairizm,  Engels’in dikkat çektiği belirgin saptamaları olmasına rağmen, insanların varlık koşullarından bağımsız ele alındığı için bozulmayı içerir ve dahası en baştan fuhşa olanak verdiği için de eleştirilir.
Bitki yetiştiriciliğine geçiş, insanın doğaya daha önceki bağımlılığını azalttı. Emek üretkenliğindeki yükseliş, yedek yiyecek depolanmasını da mümkün hale getirdi. Tarımın ortaya çıkışı ile insanın hareket alanı genişlemiş; yeni alışkanlıklar kazanılıp, deneyimler zenginleştikçe doğa yasaları da öğrenilmeye başlanmış ve o güne kadar bilinmeyen yeni iş aletleri keşfedilmiştir. Tarımın ilkel biçimleri ile beraber, yaban hayvanlarının evcilleştirilmesi de gelişti. Artık hayvanlar yakalandıkları gibi öldürülmeyip, av için uygun olmayan mevsimlerde yedek besin stoku olarak saklanıyor ve beslenme gereksinimi güvence altına alınıyordu.
Bu gelişmeler, insanlığın toplumsal evriminde önemli bir role sahip olmuştur. Üretimin kazandığı ivme, insanların ortaklaşa yaşamlarında da değişmelere yol açıyordu. Yerleşik düzene geçildikçe, üretim ve ekonomik ilişkiler de artırıyor, kabile bağlarının sağlamlaşması, kabile mülkiyetini ortaya çıkarıyordu. Kabilelerin üzerinde yaşadıkları topraklar ve bu alana ait zenginlikler bütün kabilenin malı sayılıyor, doğal sınırlarla da olsa kabile içinde topraklar bölünüyordu. Kabile birliklerinin ortaya çıkışı, kabile dilleri ve kültürlerinin gelişmesine yol açmıştı. Her ne kadar gens içinde kan akrabalığına dayanan bölünmeler olsa da daha geniş bir toplumsal örgütlenme biçimi söz konusuydu. Bu birlikler, nihai olarak toplumsal mülkiyeti genişleten bir etki yaptılar.
Söz konusu olan ilkel tarım ve hayvancılık, henüz bir başka mülkiyet biçimini doğurmamıştı. Çünkü o çağın ilkel üretim araçları yine de bütün toplum üyelerinin ortak çabasını gerektiriyordu. Ev ekonomisi toplumsal özelliğini aynı biçimiyle koruyordu. İlkel topluluk düzeninde, bir üst yönetim ya da siyasal bir gücü anımsatan –devlet- kurumlar yoktu. Üretim ilişkileri açısından bakıldığında da bu toplumsal örgütlenme biçimi herhangi farklı bir düzenlemeyi zorunlu hale getirmiyordu.

II Ataerkil Toplum Düzeni

  • Özel Mülkiyete Geçiş

Hayvancılık ilerliyor, tarımsal üretimde kol gücü ile birlikte çapa kullanımıyla maddi gereksinimler gerek duyulanın üzerinde üretiliyor, emek üretkenliğindeki bu gelişme, kabile düzeni içinde yeni üretim ilişkilerini de zorlamaya başlıyordu.
İnsanlığın, tarım ve hayvancılıktaki uzmanlaşması böylelikle ilk toplumsal işbölümünü de başlattı. Özellikle tarımda çapa dışında, karasaban ve gübre kullanımının etkisiyle, toprağın üretkenliğiyle birlikte, emek üretkenliği ve o döneme göre üretim, devasa ölçüde artmıştır. İlk toplumsal işbölümünün etkisi, sadece üretici güçlerde yarattığı gelişmeyle sınırlı kalmadı, doğal olarak toplumsal yapı üzerinde de kendisini gösterdi.
Avcılık ve hayvancılık, hala erkeklere özgü bir uğraştı. Kabile ekonomisinde erkeklerin rolü giderek artmaya; topluluk açısından maddi gereksinmelerin karşılanmasında en başta gelen kaynak erkek olmaya başlamıştı. Erkeklerin emeği giderek maddi servetin belirleyicisi haline geliyordu.
Milattan önce 3000 yıllarına kadar hüküm süren anaerkil düzen, fizik farklılıklarından ötürü, taştan aletleri, av silahlarını yapan, bakırı işleyen erkeklerce tarım aletlerinin, karasabanın da yapılmasıyla sona erdi. Gelişmiş kasları ile evcilleştirdiği öküzü karasabana koşan erkek, tarım üretiminde belirleyici üretken güç olmuştu.
Artık tarım erkeklere özgü bir iş olarak görülüyor, kadın ise gittikçe ev işleri, erkeğin hizmeti ve çocuk bakımı ile sınırlandırılıyor, emeği ikinci plana itiliyordu. Erkeğin gens ve aile içindeki konumu değişiyor, ailenin, toprak ve üretim araçlarının mülkiyeti erkeklere geçerken, kadın geçim araçlarının temini karşılığında köleleştiriliyor, kadın ve çocuklar erkeğin mülkü haline geliyordu.
Kadın egemenliği, yerini erkek egemenliğine bırakıyor, ataerkil toplumsal düzen tarih sahnesinde yerini alıyordu. Üretim tarzındaki değişim ve özel mülkiyetin ortaya çıkışı, analık hukukunun yıkılmasına neden olmuş; kadın cinsinin bilinen bir mücadelesi olmaksızın büyük tarihsel yenilgisi gerçekleşmiş ve kadınların bütün sınıflı toplumlar tarihi boyunca süren ve halen devam eden trajedisi de burada başlamış, sınıflı toplumların mülkiyet hukuku halen sürmekte olan erkek egemenliğini o zaman onaylamıştır.
Kadınların büyük tarihsel yenilgisiyle birlikte, kadından güç alan tanrıçalar da yerini erkek tanrılara bırakacak; toplumdaki tüm saygınlığını yitirmekle kalmayan ve erkek egemenliği altında aşağılanan kadın, erkeği kandırıp yasak meyveyi yedirdiği için insanların cennetten kovulmasına neden olan şeytani bir yaratık olarak ayrıca tanrı katında da lanetlenecekti!

  • Kadın: Kölenin Kölesi, Efendinin Malı!

Emek üretkenliğindeki artışla, insanın insan tarafından sömürülmesinin olanaksız olduğu koşullarda yakalandıkları an öldürülen savaş tutsakları, tükettiğinden daha fazla maddi değer üretebildikleri için köleleştiriliyor ve artı-ürün payını artırmak amacıyla sahiplerince çalışmaya zorlanıyordu.
Köleler artı-ürün sağladıkları süre ve ölçüde, hiçbir vatandaşlık hakları olmadığı için sadece hoşgörü gösterilen emekçiler olarak kullanılıyor; ilkel topluluğun dayandığı toplumsal mülkiyet derinden sarsılıyor, çözülüyor ve tarih sahnesini terk ediyordu. Üretici güçlerin gelişimindeki bu doğal zorunluluk, köle emeğini zenginliğin aracı haline getirirken, kölelik kurumsallaşıyor; insanın insan tarafından sömürüldüğü tarihsel bir çağ başlıyordu.
Üretim araçlarının mülkiyetine sahip olanlar açısından, köle emeği maddi gereksinmelerin karşılanmasında (açık köle emeği) önemli bir kaynakken, kadının karşılıksız ev içi emeği (gizli köle emeği) ise diğer maddi gereksinmelerin karşılandığı başka bir kaynak olarak kullanılıyordu.
Başlangıçta üretim araçlarının ortaklaşa mülkiyeti üzerinde kurulu olan üretim ilişkilerine dayanan toplum, üretim araçlarına karşı konumlanış farklılıklarına göre artık üç sınıfa bölünmüştü:

  • Her çeşit mülkiyetten yoksun ve efendilerinin malı sayılan köleler,
  • Üretim araçlarının mülkiyetini ellerinde bulunduran ve aynı zamanda emeklerini sömürdükleri kölelerin de sahibi olan efendiler,
  • Üretim araçlarının mülkiyetine sahip bulunan ve kendi küçük işletmelerinde üretim yapan –köle kullanamayan, bu yüzden de zamanla ekonomileri çökerek köleleşme tehdidiyle yaşayan- küçük mülk sahipleri.
  • Kadın Erkeğe Değil, Özel Mülkiyete Yenildi

Babalık Hukuku’na geçişle, ev ekonomisinde yönetim erkeğin eline geçmişti. Kadın aşağılanan, köleleştirilen, erkeğin keyif ve çocuk doğurma aracı haline gelen bir konumdadır artık. Kadın, çocuklar ve belirli sayıdaki köle, babalık otoritesi altına alınmış, kadının erkeğe toplumsal bağımlılığı yanında, yaşama hakkı bile erkeğin insafına kalmıştı. Kadının bu aşağılanması her ne kadar süslenip püslense de, erkeğin malı ve “namusu” olarak öldürülmesi erkek açısından bir hak olarak görülebiliyordu.
 Bu hukukun ilk meyvesi, borç karşılığında erkeğin alacaklıya çocuğunu satması oldu.
Özel mülkiyet altında, erkek egemenliği koşullarında, kadın bir mal olarak görülüp, aile kurumuna ve dört duvar arasına hapsedildi. Toplumsal yaşamın her alanından uzaklaştırılan kadın, potansiyelini toplumun yararına kullanamaması bir yana, özünde olmayan birçok olumsuz özelliği de bu dönem edindi.
Bu tarihsel gelişim evresinde, kadının ikinci sınıf olarak yerini pekiştiren ve bu konumu sürekliliğe taşıyan en güçlü etken din oldu.
Evlenme, çocuk yapma gibi olaylar bile, tamamen dinin kontrolü altına alınıp, bütün kurallar, egemen güçler tarafından belirleniyordu. İslamiyet’te çok evliliğin, harem kültürünün kadında yarattığı, kendi cinsini hep kendine rakip görme, cinselliğini kullanarak erkeği düşürme vb. yaklaşımlarıyla, “kadın”; zaman içinde erkek egemen sistemin en önemli uygulayıcısı haline gelmiştir. Hıristiyanlık ve Yahudilik de kadın sorununa ilişkin erkek egemen bakışın gölgesinde kadının sömürülmesinin aracı olmuştur. Kadın; din, inanç ve feodal ilişkiler içinde boğulmuştur. Feodal geleneklerin ağır etkisi altında kadının köleliği daha da derinleşmiş ve en kötüsü, bu durum kadın tarafından da kanıksanmıştır.

III Kapitalizm ve Kadının Çifte Sömürüsü

  • Burjuvazinin Sahte Özgürlük Maskesini İlk Kadınlar Düşürdü!

Burjuvazinin feodalizme karşı yürüttüğü mücadele, her ne kadar tarihsel bir ilerlemeye karşılık gelse de, aynı zamanda onun bayrağındaki özgürlük anlayışının güdüklüğünün, insanlığın özgürlük arayışını karşılamaktan ne denli uzak olduğunun sergilendiği bir sahnedir. Burjuvazinin özgürlük ve eşitlik belgisinin sınırları vardı ve bu sınırlar, sermayenin gereksinimleriyle belirleniyordu.
Binlerce yıldır aşağılanmış kadın cinsinin eşitlik arayışı sermaye egemenliği için bir anlam taşımıyordu. Üstelik, kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmasının tanınması, eşitsizlikler dünyasından ibaret olan sermaye egemenliğinde önü alınamayacak bir gediğin açılmasına ve açılan gedik pek çok eşitsizliğin, bu arada mülkiyetin ve bizzat burjuvazinin kendi varlığının sorgulanmasına da neden olabilirdi. Tersi durumda ise, varolan eşitsizlik, emekçi sınıf içinde onun birliğini zayıflatacak yeni bir rekabetin aracı olabilir; feodaliteden miras kalan eviçi emeğe bedava el koymaya devam ederek burjuvazi artı-değer sömürüsünü mutlak olarak artırabilirdi.
Burjuvazi, pek çok şeyde olduğu gibi, eline geçirdiğini özüne dokunmadan sermayenin gereksinimleri doğrultusunda yeniden biçimlendirmekte, kendi dünyasına uydurmakta pek becerikliydi. Kadın sorununda da öyle yaptı. Miras aldığı erkek egemenliğinin özüne dokunmadan, onu kendi egemenliğinin bir aracına dönüştürdü; sermayenin hizmetine koştu.
Çifte sömürünün cenderesine sokulan kadınlar, kâğıt üzerinde bile olsa eşit haklara sahip olabilmek için, burjuva ikiyüzlülüğüne karşı yüzlerce yıl süren bir mücadele yürütmek zorunda bırakıldılar. Bugün sahip oldukları biçimsel hakları, onun her türlü zorbalığına karşı verdikleri mücadeleyle burjuvaziden bir bir sökerek aldılar.
Burjuvazinin sahte özgürlük anlayışına en çok da onun ikiyüzlüce öğündüğü en gelişmiş kaleleri tanık, en süslü sözleri kanıttır. Amerika Birleşik Devletleri Bağımsızlık Bildirisi (4 Temmuz 1776) Büyük Fransız Devriminin ardından kabul edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin (26 Ağustos 1789) adeta işaret fişeğiydi. Her ikisi de süslü sözlerle kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizliği yok sayan belgelerdir.
Kadınların seçme seçilme hakkı çarpıcı bir örnektir ve devrimci burjuvazinin bayrağının “Liberté!Egalité!  Fraternité!” ile ifade ettiği üç renkten değil, aslında her üçünün de altı kazındığında ortaya çıkan “Kâr! Kâr! Kâr!” dan ibaret bir tek renkten oluştuğunu göstermeye yeter.
Kadınlar seçimlerde oy kullanma hakkını, emekçi kadınların kanı canı pahasına işçi sınıfının verdiği mücadelelerin ardından, ABD’de ancak yüz yıl sonra kazanacak; burjuva devriminin beşiği Fransa’da ise bu hakkı elde etmek için İkinci Paylaşım Savaşının sonuna kadar yaklaşık yüz elli yıl beklemek zorunda kalacaklardı.
En gelişmiş kapitalist ülkelerden İngiltere’de, burjuva devriminden (1640) neredeyse üç asır sonra (1928) erkeklerle eşit oy hakkı kazandılar. İsviçre’de, hani şu sermayenin uzun yıllar kasası olarak çalışmış burjuva ülkesinde ise kadına sıra, ancak 2 Şubat 1971’de geldi. Bizim burjuvazi, biçimsel de olsa kendi devriminin ardından bu hakkı en erken tanıdığını söylemekle bu yüzden çok da haksız sayılmaz.
Burjuvazinin sahte özgürlük maskesini ilk kez kadınlar gördü ve canı pahasına bu maskeyi ilk kez onlar, üstelik de Büyük Fransız Devrimi’nde burjuvazinin en devrimci fraksiyonu Jakobenlerin yüzünden çekip aldılar ve: “Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır diyerek yırttılar.
Fransızcada homme sözcüğünün neden aynı zamanda hem “insan” hem de “erkek” anlamına geldiği burjuva devriminin ardından kabul edilen “La Déclaration des droits de l'Homme et du citoyen” le bilince çıkmış; bu gerçeğe ilk kez bir kadın, (Marie) Olympe de Gouges işaret etmiştir.  Erkek Hakları Bildirgesi olarak nitelendirdiği “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ne karşı “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirisi”ni yazmış; bu eyleminin bedelini de giyotine çıkarak ödemiştir.
Bu tarihten sonra kadının özgürlük arayışı, insanlığın ezeli özgürlük arayışının ayrılmaz bir öğesi olmuş ve işçi sınıfının sosyalizm mücadelesinde bayraklaşmıştır. Kadın özgürlük mücadelesinin sermaye egemenliğine karşı işçi sınıfının yürütmekte olduğu mücadeleden geçtiğini gören emekçi kadınlar, bu kavganın en ön saflarında yer alan en kararlı savaşçılar oldular.
Bu nedenledir ki, bugünlerde meydanı boş bulan burjuvazi ve onun feminist uzantıları, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü onun emekçi niteliğinden arındırmak, 8 Mart’ı yeni bir uygarlık arayışından, işçi sınıfının komünizm mücadelesinden kopararak, büyük bir pişkinlikle sahip çıkıp kendi hanelerine yazmaya çalışıyorlar.
Oysa tarih tanıktır ki, 8 Mart, İkinci Enternasyonalin öncü komünist militanlarından, Spartakist Birliğin ve Almanya Komünist Partisi’nin kurucularından olan Clara Zetkin’in girişimiyle II. Enternasyonalin Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda  129 yoldaşını aynı eylemde yitiren New York’lu kadın tekstil işçilerinin 8 Mart 1857’deki grevi anısına ölümsüzleşmişti.
Ve Dünya,  kadınların özgürlük arayışının işçilerin ekmek kavgasının ayrılmaz bir parçası olduğuna, ABD’nin Massachusetts eyaletinde 1912 Ocağında -sonradan “Ekmek ve Güller Grevi” olarak anılan- greve çıkan dokumacı kadın işçilerin ağzından yeri göğü sarsan şu muhteşem belgi ile tanıklık etmişti:
 Ekmek istiyoruz! Gül de!

  • Eviçi Emek, Hem Yedek İş, Hem de Burjuvazinin Bedava El Koyduğu Artı-Değer Deposu!

Kadının fabrikaya kaydırılan emeği, alışılagelmiş aile yaşamını sarsarken, aynı emek, düşük ücretle kapitaliste köleliğe dönüşüp, paralel bir biçimde kadının ucuz emeği, genel olarak işgücünün değerinin düşürülmesi yönünde kullanıldı. Erkek ve kadın emeğinin düşmanca karşı karşıya getirilmesi, erkeğe ekonomik bağımlılığın, kapitaliste bağımlılığa dönüşmesi, kadın sorununa sistem içi çözüm üretilemeyeceğinin de ipuçlarını verir. Yeni üretim koşulları, kadını sadece ev işlerinden uzaklaştırmakla kalmadı, daha şimdiden çocuk eğitiminin büyük bölümünden de uzaklaştırdı.
Bugün içinde yaşadığımız kapitalizmin dayattığı sistem ve kültür, toplumlar hangi gelişim evresinde olursa olsun, daima kadın ezilmişliğinin kültürü olmuştur. Kapitalizm, kadına ev içi köleliğini, analık görevini, erkeğinin cinsel arzularını doyurması zorunluluğunu dayatırken, onun eviçi emeğine bedava el koyup, başlangıçta cinsel ayrımcılıkla onu üretimin dışında tutmuştur.
Sanayi Devrimi ve makinelerin gelişimi, kalifiye işçi ihtiyacını azaltmaya başlayıp, ucuz işgücü gereksinimi ön plana çıktıkça, sermaye, kadın ve çocukları yedek emek ordusu olarak fabrikalara çekmiş; kadının ev içi köleliği bu kez kapitaliste kölelik ile birleşmiştir. Üstüne bu adım, yüzsüzce kadının ekonomik özgürlüğü olarak ilan edilmiştir.
Kapitalizm, özellikle de kriz dönemlerinde, kolaylıkla kadın emeğinden vazgeçer ve öncelikle kadınları kapının önüne koyar. Onun emeğine ihtiyaç duyduklarında, kadınları “ekonomiye kazandırdıklarını” söyleyenler kendileri değilmiş gibi, siyasal sözcüleri aracılığıyla, kriz dönemlerinde işsizlik oranlarının yükselmesinden utanmadan onları sorumlu tutarlar!
Tüm tarihsel süreç ve bugüne taşınan deneyim, kapitalizm koşulları ve bu koşullara yol arkadaşlığı yapan işsizlik sorunu var olduğu sürece, üretken bir güç olarak kadının özgürleşmesinin, ekonomik bağımsızlığını kazanarak bu sınırlar içersinde bile özgürleşmesinin olanaklarını vermez.  Bu yüzden, “ekonomik özgürlük kapitalist sistemde sahte bir reformdur.
Sermayenin yeniden üretim sürecinde, emek gücünün yeniden üretimi ile kadın ezilmişliği içiçe geçer. Zorunlu -emekçinin kendi emek gücünü yenilemek için zorunlu- emeğin karşılığında işçi bir ücret alır. İşgününün geri kalan zamanı artık-emek zamanıdır ve bu emeğin bedeli ödenmez. Ücret sistemi, karşılığı ödenmemiş emeği gizlediği içindir ki işçi, aldığı ücreti emeğinin karşılığıymış gibi görür. Ev emeği, kapitalist üretim sürecinin dışında ama fiili olarak zorunlu emeğin içindedir. Karşılığı ödenmediği için de gerçekte artı-emek kütlesine dâhil olur.  Böylelikle, burjuvazi erkek egemenliğinden kendisine kalan miras hakkını kullanarak, tüm yükü kadının omuzlarında olan eviçi emeğe bedava el koyar.
Kapitalizm, kadının eviçi emeği ve çocuk bakımını toplumsallaştırmanın tüm maddi ve teknik koşullarını yaratabildiği halde, bunu gerçekleştiremez. Kar amaçlı birikim zihniyeti ve kurumlaşmalar oluşturmak yerine, kadının zaten ücretlendirilmeyen bu emeğini kamulaştırmanın külfetini, kendi yasaları gereği yüklenmesi de düşünülemez.

  • Burjuva Toplumu Çözülmeye Çekirdek Aileden Başladı.

Kadının kapitalist üretim ilişkileri içindeki konumu onu metalaştırır ve toplumsal ilişkiler de alabildiğine ezilmişliğini güçlendirir. Kapitalizmle birlikte tarihsel karı-koca evliliği yerini artık monogamiye bırakmıştır.
Monogami de ilk kez aile kavramı doğal koşulların dışında ekonomik ilişkilere dayandırılmış ve ilkel toplumlarda karşılaştığımız doğal ve toplu mülkiyet anlayışına karşı, özel mülkiyetin zaferi olmuştur. Kadın üzerinde baskı oluşturan bu uygulama, sadece gerçek babanın saptanması ve miras ilişkilerini düzenlerken, bu ilişkide sevgi alınıp satılabilen bir metaya dönüşür. Kadın ve erkek arasındaki ilişkiyi cinselliğe indirgeyerek, kişilerin cinsel isteklerini tatmin aracına dönüşür. Farklı biçimlerde kadının metalaştırılması, zina ve fuhşu hayata geçirir.
Kapitalizm koşullarında, kadın ancak bedenini metalaştırarak kendisini ifade edebilmektedir. Kadın, cinsel bir obje olarak, sermayenin gerçekleşmesinin de aracı haline getirilmiştir. Kapitalistler için reklamın en önemli objesi, ürünün vitrini kadın bedenidir. Her alanda “estetiği” besleyen algılar, kadının cinselliği üzerine odaklanır. Kadının toplumsal yaşam içinde tek varlık alanı artık kadınlığını kullanmaktır.
Kadını erkek tarafından boyunduruk altına alan, özel mülkiyetin korunmasını amaçlayan ve burjuva hukuku açısından da erkeğin üstünlüğünü onaylayan bu aile düzeninin yegâne işlevi, kapitalizmin hizmetinde iktisadi bir birim olmasıdır
Ancak, burjuvazinin üstünden miras hukukunu işlettiği, kendi hegemonyasını tüm topluma yaymakta aracı kıldığı, yedek iş gücü deposu olarak eve kapattığı kadınların eviçi emeğine bedava el koyduğu bu birim, bu kadar yükü kaldıramadı ve çekirdek aile insanların pasif direnişleriyle çözülmeye başladı.
 Emekçiler açısından yabancılaşmış toplumsal ilişkiler ağından bir nebze uzaklaşarak sığındığı bir vaha olmanın ötesinde başkaca bir anlamı olmayan çekirdek aile, insanları bencilleştiren yabancılaşmış toplumsal ilişkilerin artan basıncıyla, daha kuruluşunda insani duyguların önüne geçen başka kaygıların egemen olmasıyla, giderek toplumun büyük çoğunluğu için bu anlamını yitirdi. Son çeyrek yüzyılda derinleşen büyük bir bunalıma girdi.
Artık gelişmiş kapitalist ülkelerde her iki evlilikten biri boşanmayla sonuçlanıyor. Onların gelişme çizgisini izleyen diğer kapitalist ülkelerde de durum farklı değil. Sözgelimi 2009 yılında her beş evliliğin birisinin boşanmayla sonuçlandığı Türkiye’de 1996’da yüzde 0,47 olan kaba boşanma hızı   sadece on iki yıl gibi kısa bir süre içinde üç kat artarak 2008’de yüzde 1,4’e yükselmiştir.  
Kapitalizmin sosyo-ekonomik evrimi ve nesnel işleyişi, bugünkü biçimiyle aileyi günden güne çözüyor olsa da, burjuvazinin çok yönlü, öznel ideolojik-kültürel çabalarıyla onu kutsamaya, ayakta tutmaya ve güçlendirmeye çalıştığı da göz ardı edilemez. Kadın ve erkek figüranları ile birlikte bu düzen açıkça, insanın insanca yaşam istencinin en geri organizasyonudur.
Kapitalizmin çıkarları doğrultusunda, insanlar arasındaki her türlü insani ilişkiyi yozlaştıran bu aile şablonu, özel mülkiyetin ortadan kalktığı koşullarda kendini tamamen yok edecektir. Bireysel cinsel aşk, özel mülkiyetin ve sınıfların ortadan kalktığı koşullarda, sadece sevgi ve beğeniye dayanacaktır. Üstelik hiçbir çıkar gözetmeksizin!

IV Tarihsel Deneyim

  • Ekim Devrimi, Kadının Kurtuluşu Yolunda Atılmış Tarihsel Olarak En İleri Adımdır!

Bolşeviklerin ellerinde hazır formüller yoktu. Engels’in dediği gibi, kadın sorununun çözümünde tutulacak yol, ancak her iki cins arasında öncelikle sağlanacak hukuksal eşitlik zemininde belirginleşecekti:
“…erkeğin kadın üzerindeki egemenliğinin özel niteliği, bu iki cins arasında gerçek bir toplumsal eşitlik kurma zorunluluğu ve bunun yolu, bütün bunlar, kendilerini ancak, erkekle kadın tamamen eşit hukuksal haklara sahip oldukları zaman apaçık göstereceklerdir. O zaman görülecektir ki, kadının kurtuluşunun ilk koşulu, bütün kadın cinsinin yeniden toplumsal üretime dönmesidir ve bu koşul, karı-koca ailesinin, toplumun iktisadi birimi olarak ortadan kaldırılmasını gerektirir.”
Öyle yaptılar, Ekim Devriminin ardından Sovyetler ilk yazılı yasayı kadın ve aile üzerine yaptı.  Kadınlar erkeklerle, daha önce hiçbir burjuva devlet sınırları içinde olmadığı kadar eşit haklara sahip oldular. Evlilik kadar boşanma da basitleşmiş; evlilik içi-dışı çocukların hakları eşitlenmiş; ayrılma durumunda, maddi koşullar konu edildiğinde, mevcut toplumsal konumu gözönünde tutularak kadına pozitif ayrımcılık uygulanması kabul edilmişti. 1920’de kürtaj yasallaştı.
Devrimin hemen ardından başlayarak Sovyetlerde kadının özgürleşmesi yolunda küçümsenemeyecek adımlar atıldı. Oluşturulan ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, kreşler, kadının ev içi köleliğini ve toplumsal üretime katılmasının önündeki engellerin yıkılması amacını güdüyordu.  
Hep daha fazlasını yapmak istiyorlar, bunun için olağanüstü bir çabayla işe girişiyorlardı. Fakat ne yazık ki savaşın ve iç savaşın yol açtığı yıkım, oldukça kalabalık ve geri bir nüfusa sahip bu geniş ülkede bu özverili ve cesur meydan okumanın hızını kesiyor; Bolşeviklerin programatik olarak önlerine koydukları hedeflerin yerine getirilmesini sekteye uğratıyordu. Hedeflenenlerle gerçekleştirilebilinenler arasında muazzam bir uçurum söz konusuydu.
Yılmadılar, önemli başarılar elde ettiler. 1926’da yeni bir yasayla kadınların hem iş bulma olanakları hem de maddi koşulları daha da iyileştirildi. Boşanma için artık eşlerden birinin isteği yeterli oluyor, mahkemelere gitmeye gerek kalmıyordu.
Engels’in işaret ettiği kadının özgürlüğüne giden yolun nesnel zemini döşenmişti. Gerisi bu özgürlüğün, kadınıyla erkeğiyle sahici insan ilişkilerinin ve doğrudan üreticilerle üretimin nesnel koşulları arasında dolaysız buluşmanın önündeki engellerin kaldırılmasına bağlıydı. Bu, en başta, yabancılaşmış insan ilişkilerinin ürünü ve en büyük kaynağı devletin, devlet mülkiyetinin ortadan kalkması anlamına geliyordu. Kapitalizmin yeryüzünden tamamen kovulduğu koşulları ve görece uzun bir geçiş dönemini gerektiren bu koşul, Sovyetler Birliği için hiç gerçekleşmedi.
Tersine, izlenmekte olan kapitalizmi yakalama ve geçme yarışında, tüm Sovyet insanlarını giderek koyulaşan, devlet merkezli bir yabancılaşma sisi kuşattı. Emperyalist kuşatmaya tuz biber eken sinsi bir kuşatmaydı bu ve Sovyet insanlarını içerden çürütüyordu.
 Komünizme yürüyüşte ölçütler farklılaşmaya başlayınca, tüm diğer alanlar gibi kadın özgürlüğü de nasibini aldı. Devletin sözkonusu yarışta sıkıntıya düştüğü durumlarda ilk kısıntı, kadınlara sağlanan olanaklardan ve kadını özgürleştirecek –aşevleri, ortak çamaşırhane vb.- yatırımlardan yapılıyordu.
1934’te kabul edilen bir ceza yasası ile eşcinsellik yasaklandı, devlete karşı suç kapsamına alınarak, 5 yıllık ağır çalışma cezası getirildi. 1936’da başka bir yasayla kürtaj yasaklandı ve aile devlet koruması altına alındı!
İkinci savaşın ardından savaşta önemli sayıda insanını yitiren Sovyetlerde, savaşın faturası kadınlara kesiliyor, boşanma zorlaştırılıyor; inat edenleri mahkemelerde bıktırıcı bir ikna süreci bekliyordu.
İnişli çıkışlı da olsa, yine de Sovyet kadınları, özgürlükleri adına başka hiçbir burjuva devletiyle kıyaslanmayacak bir nesnel zemin yakalamışlardı. Ama nihayetinde çözülmenin hemen arifesinde toplumda egemen olan tablo , bu olanağın evde ve toplumda erkek egemenliğin yıkılmasına yetmediğini açıkça gösteriyordu.
Özel mülkiyetin ortadan kaldırılıp toplumsal mülkiyete geçişin en önemli evresi elbette ki kapitalizmden sosyalizme geçiş sürecidir. Bu dönem aynı zamanda, Lenin’in de dikkat çektiği gibi, kadınların ev köleliği'nden kurtuluşu ve yeni toplumsal rollerine kavuşması için zorunlu bir geçiş sürecidir. Bu geçiş süreci sancılıdır, çünkü yüzyıllar boyunca sürüp gelen sınıflı toplum geleneklerinin ve bu tarihsel geleneğin son temsilcisi kapitalizmin toplumun en derin gözeneklerine kadar yaygınlaştırdığı ve sistemleştirdiği toplumsal ilişkilerin devrimci dönüşümü oldukça güç ve zaman isteyen bir iştir.
Sovyet deneyimi, sosyalizme yönelik adımların dünya devrimiyle perçinlenmediği ve var olan kazanımlar bizzat proletaryanın önderliğinde ve koruyuculuğunda kalıcı hale getirilemediği koşulda, geriye dönüşün kaçınılmaz olduğunu göstermiştir. Tüm sonuçlarına rağmen, Ekim Devrimi bugün hâlâ, kadınıyla erkeğiyle tüm ezilenlerin ezenlere karşı yürüttükleri özgürlük ve kurtuluş mücadelesine tutulan en güçlü ışık olmaya devam ediyor ve inkâr edilmeyi değil, başlattığı yürüyüşün tamamlanmasını bekliyor!

  • Menziline Kavuşamamış Geçiş Sürecinin Sonuçlarına Bakarak Komünizm Yargılanmak İsteniyor!

Burjuvazi ve onun ideolojik uzantısı feminist akımlar, reel sosyalizmin sonuçlarından hareketle, gerçekte onun komünizme bir geçiş süreci olduğunu ve kadın sorununun çözümü doğrultusunda atılan adımları görmezden gelerek, komünizmi mahkûm etmeye, kadın hareketini işçi sınıfının siyasi mücadelesinden ayırmaya çalışıyorlar.
Komünistler, kadınların yalnızca kadın olmaktan kaynaklanan nedenlerden ötürü kadın sorununun özgül bir nitelik taşıdığını bilerek mücadelelerini yürütürler. Bunun için gerek bugün verilmekte olan mücadele içinde, gerekse komünizme geçiş döneminde bağımsız bir kadın hareketinin varlığını savunur, oluşumu doğrultusunda öncülük yaparlar. Ancak, kadının özgürlük arayışı, başını işçi sınıfının çektiği insanlığın kurtuluş mücadelesinden ayrı düşünülüp, başarıya ulaşamayacağı için de bağımsızlıktan murat ettiklerinin, işçi sınıfın dünya görüşünden bir bağımsızlık değil, örgütsel bağımsızlık olmasıyla komünistler, burjuva ideolojisinin etkisi altında kalan bütün eğilimlerden ayrılırlar.
Burjuva ideolojik bir akım olarak feminizm’in ortaya çıkışı, kapitalist sömürü düzeni ve burjuva hukuku açısından bir tehdit oluşturmamış, aksine pozitif ayrımcılığın önünü açmıştır. M. Anderson, liberal feminizmle kadının aşağılanması ve ikincil statüsünden, radikal feminizmle erkeğin kadın üzerinde baskı aracı olduğundan, sosyalist feminizmle ise kadın ezilmişliğinin kapitalist sisteme dayandığını ve erkekler lehine işlediğini savunmuştur. Sosyalist feministler II. Enternasyonal’de seslerini duyurmaya çalışmışlar ve süreç içinde kadının sesi olmaya çalışmışlarsa da sisteme eklemlenen her mücadele gibi boğulmuş ve sığlaşmışlardır.
Feminist bilince sahip olmak, kendiliğinden sosyalist bilince dönüşmez. Erkekle kadını karşı karşıya getirmek ve ezilmişliğin sebebini sadece cinsiyet ilişkileriyle açıklamak, ekonomik ve toplumsal boyutlarını Marksist bir temele dayandırmamak, kapitalizmde erkeğin ne kadar özgür olduğunu sorgulamadan, erkeğin yapabildikleri ile kendi özgürlüğünün sınırlarını çizmektir. Daha da önemlisi böyle yaparak söylenen doğruları kendi gerçekliğinden koparmaktır.
Buna karşılık, özellikle sosyalist feminizmin ve öncülerinin, kadının özgürlük mücadelesine hem teorik hem de pratik katkıları yok sayılamaz. Yine de yok saymamak, kadının kurtuluşunun feminist bilinçte olduğunu göstermez.
Sosyalist feminizm, ataerkillik ve üreme sorunu üzerinden hareketle stratejilerini kardeşlik ve kadın hareketi esasına dayandırır. İçerdiği dinamizme rağmen, kadının kurtuluşu için henüz bütüncül bir görüş geliştirememiştir. Kadın sorunu, sistem ve üretim biçimleri ve ilişkilerinden bağımsız değerlendirilecek tek başına ele alınacak bir sorun değildir. Kadın sorununa ilişkin mücadele içinde Marksist yanıt arayışını, kapitalist düzen içinde, sosyalist bir mücadele şekline büründürmenin mücadeleyi sığlaştırdığı yaklaşımı da sosyalist feminizmin çıkmazlarındandır.
O yüzdendir ki sorunu, biyolojik farklılıklardan kaynaklanan eşitsizliğin, sosyal ve kültürel yönleriyle desteklendiği, sosyalist feminizmin tartışmalı bir önermesi olan “toplumsal cinsiyet” sorunu olarak değerlendirmek de onun benzer çelişkilerden birisidir.
Pozitif ayrımcılığı, devrimci örgütlerin içine kadar taşımaya varan kafa karışıklığı da yine aynı çıkmazın ürünüdür. Gerçekte bütün mesele, sermaye egemenliğini alt etmeyi pratik bir sorun olarak gündemine alıp alamama sorunudur.

V Kadının Kurtuluşu

  • Erkek Egemenliğinin Son Bulduğu Komünizm Mücadelesi Kadının Gerçek Özgürlük Mücadelesidir!

Kadın ve Erkeklerin hayatını,
Bizi birleştiren kelimeyle,
Birleştirmek lazımdır.
“YOLDAŞLAR”

Günümüzde kapitalizmin, insanı yozlaştıran ve kendisine yabancılaştıran kültürü içinde, kadınların karşı karşıya kaldıkları fiziksel ve psikolojik şiddetin, bedeninin metalaştırılmasında içselleşmiş rolünün ya da çaresizliğinin, kapitalist pazarda, cinsel temel üzerinden hareketle bedeninin bir ürünün vitrini olarak satışa çıkarılmasının, dinsel ritüeller ve sistem içi çatışmanın, halen namus kavramı üzerinden işlenen töre cinayetlerinin insan onurunu zedeleyen ağırlığının, gelecek umudu ve amacının evliliğe endekslendiği bir algının, çözümsüzlüğün dayattığı fahişeliğin, siyasal yaşamda pozitif ayrımcılık, kadın kotası süslemeleriyle kadına zaten hakkı olan katılımı lütuf olarak sunmanın, ev kadınlarının hiçbir tarihsel süreçte ücretlendirilmeyen emeğiyle gizli işsiz kitlesi içinde yer almasının, üretime iştirak konusunda güçlüklerinin, daha da zor olanı; bunca eklektik sorunlar silsilesiyle mücadelede kadının, kendi bilincinin dışında, kendisine sunulan değil kendisinin yürüttüğü mücadeledeki özne rolünü unutmasının, kadın olma erdeminin sınıfsal bir temelle ilişkilenmesinin önündeki engeller nihai olarak komünist bir toplum içinde kalkacak olsa da sorunun bugünden bir kültürleşme sorunu olduğu bilinciyle yol almak gerekiyor, omuz omuza
Kadın ve erkek olmanın erdemiyle yeni insanı yaratacak bir toplumsal kültürleşme sorunu, komünistlerin ivedi görevleri arasında olmak zorundadır. Bu zor değil ve yaşadığımız topraklarda kadınlar bunun örneklerini veriyorlar. Kürt özgürlük hareketi bu yönde olumlu adımlar atıyor; kotalara gerek duymadan, mücadele içinde kadınlar erkeklerle aynı saflarda birleşiyor.
Kadın sorunu bir cinsiyet sorunu değil, mülkiyet sorununun aldığı bir biçimdir. Bugün sorunu kadın-erkek eşitliği denklemi kurarak formüle etmek, sorunun tarihsel çıkışından ve özünden uzaklaşarak, sonuçlardan hareketle soruna yaklaşmaktır. Kadını erkeğin vesayeti altına sokan ya da mahkûm eden neden, kadın ve erkek arasındaki biyolojik farklılıklar veya eşitsizlik değil, üretim ilişkilerinin aldığı biçimdir. İşbölümü ve mülkiyet ilişkisine dayanan toplumsal koşullardır.
Özel mülkiyet ortadan kalkmaksızın, kadın sorununun çözümünden söz edilemez. Özel mülkiyete son verecek  olan da kadın sorununun çözümünün yolunu açacak olan  da sosyalist bir devrimdir.
Gelecekte cinsler arası ilişkiler, nasıl bir şekil alacak bugünden bilemeyiz ancak, sevgi, aşk ve evlilik kavramlarının bugünkü prangalarından kurtulacağı kesindir. Yarının sosyalist toplumunun, kadın ve erkeğin birlikte özgürleşeceği bir yaşam zemini oluşturabileceğini bugünden biliyoruz. Bunu bilmek yeterlidir.
Üretici güçler toplumsallaştığı ve geliştiği oranda, biyolojik farklılıkların da önemi ortadan kalkacaktır. Kadının ev içi köleliği ortadan kalktığı oranda, kadının eve mahkûmiyeti de kalkacak, çocuk toplumun bir bireyi olarak kabul edildiği oranda, erkek, kadın ve çocuklar arasındaki ilişki de mülkiyet ilişkisi olmaktan çıkacaktır. Bugün özellikle burjuva kadınlar açısından başarılmış gibi görünen bu durum, diğer kadınların emeği üzerinden gerçekleşmektedir. Burjuva kadınının da cinsiyet kimliği üzerinden bir biçimde ezildiği ve aşağılandığı da kuşkusuz bir gerçektir. Ancak bu durum, burjuva kadınının cins kimliğinden kaynaklanan özgül sorunu ile emekçi kadının, kadın olmaktan kaynaklanan kapsamlı sosyal-kültürel sorunları arasındaki açı farkını ortadan kaldırmaz.  Bugünkü biçimden arınmış bir çözüm arayışı ise sınıfsız bir toplumun inşasında gizlidir.
Komünistler, örgütsüzlüğün ve dağınıklığın hüküm sürdüğü günümüzde, sınıf hareketinin verili düzeyini de dikkate alarak, mücadele hedeflerine sınıf hareketinin ileriye çekilmesi noktasından yaklaşırlar. Bu bağlamda kadın sorununun geniş yığınlara mal edilmesi için, kapitalizm koşulları altında şu talepler için mücadele yürütürler:

  • Eşit işe eşit ücret
  • Ahlak normlarının kadın üzerinden tanımlanmasına son verilmesi
  • Çocuk ve kadın emeğinin sömürüsünün sınırlandırılması
  • Ev işçiliğinin, işçilik olarak kabulü ve eviçi emeğinin karşılığının ödenmesi
  • Ev işlerinin, çocuk bakımının, devlet ve kapitalistlerce karşılanmasının yasalaşması
  •  Toplumsal alanda kadın kotası yerine pozitif ayrımcılığın desteklenmesi

İnsanın en öznel alanlarından birisi olan cinsel tercihleri üzerinden karşı karşıya kaldığı baskı ve aşağılanma, kapitalizmin bir diğer kirli yüzü olarak karşımıza çıkıyor. İnsanların ister biyolojik, ister psikolojik temellerle cinselliğini yaşama tercihi, insanın doğasına denk düşenle çakışır. Bu çakışma, insanlık tarihi kadar eskiye dayanır ve yok sayılamaz.
Aynı şekilde bu tercihlerinden dolayı toplum dışına itilmeleri, aşağılanmaları, işsiz bırakılmaları, yaşamlarını devam ettirebilmek için fuhşa itilmeleri, insanın insanca yaşam hakkına açık bir saldırıdır. Kişileri bu tercihe iten toplumsal sorunların ortadan kaldırılması, tercihi körükleyen çocuk istismarının engellenmesi ve yine kişilerin kendilerini sadece cinsel tercihleriyle kimlik oluşturma çabasına iten seçeneksizliklere son verecek özgür bir yaşam alanı aynı yakıcılıkla zorunludur. Komünistler her koşulda ikircimsiz olarak, farklı cinsel tercihleri olanların yanında, insanca yaşam mücadelelerinin de en güçlü savunucusu olabilmelidir. İnsanların cinsel yaşamları sorgulamadan, onlara özgür bir yaşam sunulabilmelidir.
Kadının özgürleşmesinde atılacak adımlardan belki de en önemlisi, kadınların siyasal mücadeleye aktif katılımının sağlanmasıdır. Bu katılım, cinsiyet üzerinden tanımlanmayan bir tarzı içselleştirebilmelidir.
Aşırı sömürünün, şiddetin, yoksulluğun baskısı altında ezilen emekçi kadınların kurtuluşu, sadece işçi sınıfını cinsiyet temelinde bölmeye hizmet eden araçlarla değil, erkek yoldaşlarıyla birlikte yürütecekleri sınıf mücadelesiyle, birlikte inşa edecekleri yeni bir uygarlık ve kültürle, komünizmle mümkündür.

26 Aralık 2010                        


Özgürlük!Eşitlik!Kardeşlik!

(Marie) Olympe de Gouges, (1748 - 93), “Kadın ve Vatandaşlık Hakları Beyannamesi; madde 10”.

İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi (26 Ağustos 1789, Paris.)

26-27 Ağustos 1910, Kopenhag.

Grevci kadınların James Oppenheimer, Ekmek ve Güller şiirinden (1911)esinlenen tarihsel belgisi.

"İşsizlik oranı niye artıyor biliyor musunuz? Çünkü kriz dönemlerinde daha çok iş aranıyor. Özellikle kadınlar arasında kriz döneminde işgücüne katılım oranı daha artıyor" Mehmet Şimşek, Hürriyet, 20 Mart 2009.

İlgili yıl nüfusuna oranla boşanan çift oranı.

TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) verileri.

F. Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Sol Yayınları, 8. Baskı, Kasım 1987, İstanbul, s. 89.

17 Aralık 1933'te ilan edilen ve 7 Mart 1934'te bütün SSCB'de zorunlu hale getirilen Sovyet Ceza Kanunu'nun yeni yasası, sonradan Madde 121 olan Madde 154/a.

Anthony Barnett, Sovyetler’de Özgürlük, İletişim Yayınları, İstanbul, 1988, birinci baskı. Özellikle yazarın Glasnost ve Perestroyka’dan sosyalizm adına olumlu beklentisi, yaptığı gözlemlere görece objektif bir özellik kazandırmaktadır.

Viladimir Mayakovski

8 Mart 2011